9 Ekim 2021 Cumartesi

Allah'ın Varlığı ve İslâm'ın Tutarlılığı Üzerine

Hû.

Evvela Rahmân ve Rahîm olana, Habîbullâh'a, ihvânına, İbrahim Peygamber'e ve İbrahim Peygamber'den gelen bütün nesle selam ve dua olsun.

Akabinde davetim üzerine yahut başka bir şekilde kendini burada bulmuş değerli zatınıza selam ederim. 

Bu makale, yapmış olduğum ciddi metin okumaları, dinleyip istifade ettiğim sohbetler ve derûnî tefekkürlerim neticesinde hâsıl olmuş, bizzat fikir beyanatında bulunacağım ve neşredeceğim ilk yazım olacaktır. Bu sebeple âdeta meyvasını veren bir ağaç gibi hissetmekteyim. İnşallah sizlere karşı mahcûp olmam. 

Efendimiz (Allah'ın selamı onun üzerine olsun) insanlara hak olanı tebliğ etmiş idi. Veliullah'dan da nice kimseler gelip geçmişti de bağırmaktan sesleri kısılmıştı, peygamberler hep hak olanı var gücüyle bildirmiş idi. Nice tebligatlar yapılmıştı da o kimselerin kulağına tesir etmemişti, bir kulaklarından girip ötekilerden çıkmıştı; can nefesleri hiç mi hiç hayat bulmamıştı. 

Allah'ın bir âciz kulu, ilim-irfanı ve lisanı henüz yeterli düzeye erişememiş na-kâmil bir kimse olan ben ise, kendi istidadım kadar insanlara hak olanı duyurmağa gayret göstereceğim. Nitekim öyle bir devrana vardık ki, insanların birçoğu günlük hayatın gereksiz meşgaleleri ile berrak zihinlerini köreltip gâfil kimselerden oldular. Tabii bu evvelden beri böyledir, Kur'an'da da emsalleri bildirilmiştir, aşikar.

Yaklaşık beş senedir tasavvuf ile ilgileniyor ve hayatıma tatbik etmek için çaba sarf ediyorum. Ne mutlu ki karşılığını misliyle alıyorum da, hamdolsun. Çocukluğumdan beri hep bir arayış içerisindeydim, birçok meclise dâhil oldum. En sonunda hakikate ulaşmanın bir yolu olabileceği üzerine düşündüm, nihâyetinde kendimi tasavvufta buldum. Malumunuz ola ki, bu yola yeni girmiş bir kimse âdeta ıssız bir çölde yılanların, akreplerin, çiyanların ve envai çeşit zehirli böceğin arasında mahsur kalmış gibidir. Gözleri a'ma, kulakları sağır bir şekilde ilerlemeye başladım, fakat bu süreçte ne kadar çaba gösterdiysem O'nun bana bu çabanın on misli kadar elini uzattığını fark ettim. Er-geç anladım ki hakikatin ta kendisi, mânâ okyanusunun en deriniymiş. Şükür ki günden güne bunu daha iyi idrak edebiliyorum. O kadar kusursuz bir sistem mevcut ki bazen farkına vardığım şeylere hayret ediyorum. Okudukça Kur'an ayetlerinin her sözünde haşa bir hikmet, bin hikmet olduğunu görüyorum. Bu anlattıklarım uzun bir süreç aslında. Nitekim arayan buluyor, bulan oluyor. Tıpkı İbrahim aleyhisselâm gibi, o ki tasavvufun babasıdır. 

Benim esas gayem O'nun emrine itaat edip bir kişi bile olsa O'nun lafza-i celâlini duyurabilmek, idrakine vesile olabilmektir. Sizden dileğim ön yargılarınızı bir kenara bırakıp duru bir zihinle bu makaleyi okumanızdır. Unutmayın ki arkadaşlarınız, aileniz, sevgiliniz, okulunuz, hanınız, hamamınız, makamınız, mevkîniz, diplomalarınız, giydikleriniz, yedikleriniz, içtikleriniz, kaygı ve tasalarınız ve dünyaya yönelik geçici, ölüm ile sonlanacak bütün her şey hakikatin önemi karşısında neredeyse bir katre bile değer teşkil etmemektedir. Bu hayatta samimi bir sorgulama ve varoluşun özü üzerine tefekkürde bulunmanız kadar onur verici bir eylem ve efdal bir şey yoktur, zira Allah samimi bir sorgulamayı sever. Şimdiden siz okuyucularıma teşekkürlerimi sunuyorum. Umuyorum makalem nakıs kalmaz, eksik bırakmamaya ehemmiyet göstereceğim. İyi okumalar.

Bir Hadîs-i Kudsî ile başlayalım.

Allah (c.c.) tarafından buyrulur ki: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve kâinatı halk eyledim (yarattım).”

Demek ki esas gayemiz O'nu aramak, O'nu bulmak, O'na ve O'nun yarattıklarına hizmette bulunmak, hak ile hak olmaktır. Âdem dünyaya onun temsilcisi olarak indi, Âdem ise her birimiziz. Ayrıca dikkatiniz çekerim ki "bilinmeyi arzulaması" ile "ihtiyaç duyması" arasında müthiş bir fark mevcut. Lütfen bize muhtaç olduğu aklınıza gelmesin. O bize muhtaç değil, aksine biz ona muhtacız. Bu hadis-i kudsi üzerine düşününüz, zira biz asla ve kat'a bu dünyada amaçsız ve başıboş değiliz. Biz bu dünyaya ona bey'at etmeye geldik. 

"İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır?" (Kıyâme, 36)

 Bir "var" var ve bu var'ı açıklayan, var'ı değerli ve anlamlı kılan yegâne şey O'nun varlığıdır. Şu sorular üzerine bir düşünmenizi isterim: "Ana rahminden evvel neredeydin, bu hayat köprüsüne seni kim koydu, seni kim çıkaracak, ne kadar vaktin kaldı, şu anki meşguliyetin nedir, bu meşguliyetinin amacı nedir, gören gözün nasıl görüyor, tutan elin nasıl tutuyor, etrafındaki insanlar kim, bu gidiş nereye?"

"Sanma gelen bu âleme insan gelir insan gider 
Enfüste mirâç etmeyen nâdân gelir nâdân gider"

"Aşkın ile bülbül gibi artmakdadır âhım / Kayd et beni de "defter-i uşşâk"a a mâhım"

Hakikat şerbetinden değil bir yudum, bir katre içmiş bir kimse için geriye kalan her şey geçici ve anlamsız birer oyalanmadan ibarettir. Kana kana içip de doyamayacağımız yegâne şey aşkın şerbetidir, O'na duyduğumuz daimi muhabbettir; geriye kalanlar ise yalnız ve ancak geçici hevesler silsilesidir. Varsayımlardan ve gereksiz meşgalelerden sıyrılıp bu yaşam filmini en başına sardığımızda, niçin ve ne şekil geldiğimizi sorgulayıp düşünsel eylemi gerçekleştirdiğinizde -ki düşünmek eyleminin birçok insanın başaramadığını düşünüyorum- göreceğimiz tablo bizi hayrete düşürür muhakkak. Ama unutulmamalıdır ki cahilin tefekkürü kişiyi daha da cehlliğe götürür iken, ârifin tefekkürü kişiyi veli yapar. 

Bazı kimseler iman etmek için Allah'ın varlığının kanıtlanmasını istemektedirler. Bakınız her şahıs hüneriyle, san'atıyla bilinir, O'nun san'atını, âyât-ı beyyinâtını görmemek mümkün müdür? O ve sanatı güneşten de ayandır. Her zerruat ona zâkirdir. Kimileri gördü, kimileri göremedi. Kimileri hilkâti üzerine düşünüp irşâd oldu, kimileri olmadı. 

"Görenedir görene, köre nedir köre ne!"

"Can kulağına gaflet pamuğunu tıkama da, Allah'ın muammalarını anla; gizli açık, söylediği sözleri idrak et!" (Mesnevî-i Ma'nevî)

Hatta bazı kimseler kibirlenir de O'nu ben yarattım der! İşte bunlar kırk şeytan gücündeki nefse yenik düşmüş, Allah ve Allah'ın diniyle alay etmiş, beğenilme kaygısıyla O'ndan uzak kalmış cahil kimselerdir. 

"O kibirlenenler her türlü mucizeyi bile görseler yine de onlara iman etmezler." (A'râf 146)

"Oysa onlar ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar tuttukları yol bakımından daha şaşkın ve aşağıdırlar." (Furkan sûresi, 44. âyet)

Kuran, insanların "birçoğunun" yanılgıda olduğunu da söyler: 

"Yeryüzündeki insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar." - Enam 116  

"Doğru dinin İslam olduğunu insanların çoğu bilmez." - Rum 30  

"İnsanların çoğu kâfirdir." - Nahl 83  

"Ölüleri Allah'ın dirilteceğini çoğu bilmez." - Nahl 38  

"Doğru ve sabit din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." - Yusuf 40

Hâk Teâlâ bizi dergâhından tard etmesin, kovmasın; yoksa biz nereye gider, nereye sığınırız? Biz O'nsuz fakr u zillet, perişan bir hâle düşeriz. O'nunla kölelik O'nsuz sultanlıktan çok daha evlâdır. Bizim müncîmiz, sülûkumuz O ve vasf etmeye gücümüzün yetmediği, ilmullâh ile ona lâyık salavatı yalnız Allah'ın getirebildiği, O'nun habibi İns-ü Cin peygamberi, medar-ı iftiharımız, bu âlemin halk olunma sebebi Muhammed aleyhisselâm'dır. İntisabımız ve temayülümüz daima O'nadır. O'ndan müstakil bir hayat harabe bir eve benzer.

"Levlâke Levlâk, lemâ halaktü'l-eflâk"

Mânâ-yı Şerîfi: "Sen olmasaydın (Habibim), âlemleri yaratmazdım…”

"Muhabbetden Muhammed oldu hâsıl 
Muhammed'siz muhabbetden ne hâsıl?"

(Münâcât)
"Yâ Rabb bizi dûr eyleme "Evlâd-ı Ali"den
Biz onların bendesiyiz hem severiz "kâlû belî"den"

İster inanın ister inanmayın, bu kâinatta bir nizamın varlığı aşikardır. Saf, berrak bir zihinle kâinat üzerine, "Nasıl ve niçin varım?" soruları üzerine düşündüğümüzde müthiş bir akıl tutulması ve hayret durumu yaşarız elbet. Bizi kudret fırçasıyla, hayız kanıyla insan şekline sokan O değil midir?

"Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?" (Vâkıa 57)

Bu yola girdiysek kulluğumuz ifa etmeli ve ahirete o şekilde irtihal etmeliyiz. Ama başlangıçta mükemmelliyetçi olmak lâzım değildir. Bir adım atalım da o bize on adım atacak, zira bir yerden başlamak elzemdir. Her şey O'nun emriyle hâsıl olmaktadır, mesela benim size bunları anlatıyor olmam da benim ya da sizin isteğinizden ziyade O'nun emriyle gerçekleşiyor. Ben sizin için sadece bir vesile görevi görmekteyim.

"İbrahim sadıklardandı, doğru kullardandı; sen de İbrahim'in yoluna uy, ittiba et." (Nahl 123)

Şimdi iman etmeyen ya da imanı zayıf olan kimseler için Kur'an'dan bazı mucizeler gösterelim. Tabii yine kör olan görmeyecektir, müstesna. Muhatabımız onlar değildir. 

Kur'an'da "gün" yani "yevm" kelimesi 365 defa geçmektedir. Fakat mealde bu eşleşme mümkün değildir, ancak Arapça mushafında, yani orijinal dilinde buna rastlayabiliriz. Zira meali insan yazdığı için muhakkak ki kusurludur. 

Günler (eyyam) kelimesi 30 defa geçmektedir. Zannediyorum bu vakit anlamındaki "ay"a tekabül etmektedir. 

Kamer (ay) kelimesi 27 defa geçmektedir. Ay, dünyanın etrafındaki dönüşünü tam olarak 27 günde tamamlar. 

vs.

Akledip de düşünen bir kimse için nice mucizeler vardır. Tabii bunlar sayılardan ibaret, iman telakkinizi bunun üzerine kurmanızı tavsiye etmiyorum. Nazarımda bu durumda ancak sayılara iman etmiş oluruz. 

"Doğa bilimleri bardağından içilen ilk yudum insanı imansız yapar. Ama bardağın dibinde Tanrı sizi beklemektedir!" (Werner Heisenberg) 

Şimdi şu ayetlere bir göz atalım: 

Ankebut 41: "Allah'ın berisinden veliler edinenlerin durumu, bir ev edinen dişi örümceğin durumuna benzer. Ve evlerin en güvensizi/en zayıfı elbette ki, dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!"

Ankebut 43: "Bunlar bizim, insanlara vermekte olduğumuz örneklerdir ki ilim sahiplerinden başkası onlara akıl erdiremez."

"Ankebut", dişi örümcek mânâsını taşır. 

Allah Ankebut 43'de verdiği örneğin yalnızca ilim sahibi kimseler tarafından anlaşılacağını belirtmektedir. Karadul örümceğinin neden o ismi taşıdığını bilmeyen kimse bu ayeti anlamayacaktır, eğer biliyorsanız anlayacaksınızdır. Karadul örümceği çiftleştikten sonra erkeğini yer. Kur'an'daki "evlerin en güvensizi dişi örümceğin evidir" söylemi ile delalet edilen durum budur. Gerisini sizin idrâkinize terk ediyorum.

"Ârife işâret kâfidir."

"Febi-eyyi âlâ-i rabbikumâ tukezzibâ?"

Sonuç olarak basit birkaç gözlemle bile Kur'an'ın müellifinin bir insan değil, ancak ve ancak Allah olduğunu anlıyoruz. Kitâbullah'da tek kusur dahi bulunmaz, Yalnız O'nun sözleriyle müteşekkildir. Oysa insanoğlu kusurlu bir mahlukdur. 

"Ârifler dükkânın açmış, ne ararsan var içinde."

"Aşkî'ye gel, her derdine devâdır
Aşkın yoksa lokmân gelse hevâdır"

Bizim yapmamız gereken çaba göstermektir. Hiçbir şey yapmasak bile, ama kalpten, ama ağlayarak, ama sızlayarak "Lâ İlâhe İllallâh" zikrini günde en az yüz defa zikrederek yerine getirmektir. Ağlayabiliyorsanız ağlayın, ağlayamıyorsanız neden ağlayamıyorum diye ağlayın! Zira Allah samimi bir kalbi sever ve kullarını karşılıksız bırakmaz.  

Nefs kırk şeytan gücündedir, ona karşı koymak pek güçtür. Bunun kamçısı ise "Lâ İlâhe İllallâh" esmasıdır. Bunu kalb ile tasdik edip dil ile ikrar ettikçe nefs neye uğradığını şaşırır, bu kez "Allah" lafza-i celâline muhabbet duyar. Bu nedenle zikrullâhı ifa etmek çok mühimdir, kişiyi Allah'a yakınlaştırır. Allah ile aramızdaki yetmiş bin perdeyi yırtıp geçmenin en kolay yoludur. Bu sebeple özellikle tavsiye ettim. 

Biz kimseyi elinden tutup da zorla getirmeyiz, zorla çekiştirmeyiz, fakat isteyeni geri çevirmek haddimize değil, bu nedenle naçizane birkaç tavsiyeyi daha bir borç bilirim. 

Evvelâ nefsi terbiye etmek, kısmî de olsa halvete girmek, ibadetleri huşu ile yapmak, zikrullâhı yerine getirmek, ilâhiler ve sohbetler aracılığıyla sürekli diri kalıp tefekkür etmek lâzım geliyor. Fakat nefsi terbiye etmek insanın kendi yapabileceği bir şey değildir, Allah'a niyazda bulunup istemek icâb ediyor. Elbette biz de çaba göstereceğiz fakat Allah vehbî ilmi bize ihsân etmediği sürece nefsi çiğnemek, ayaklar altına almak mümkün değildir. Sen kısbî ilminle nefsine karşı gelemiyorsun, muhakkak Allah'ın yardımına muhtaçsın. namazlardan sonra niyaz et, O'ndan iste.

Namazın mümin'in miracı olduğunu idrâkine varmak, ciddiye almak, namaz kılarken rabbimizin bizi duyduğunu bilincine varmak, okuduğumuz âyet-i kêrimelerin mânâlarını bilerek okumak, sanki son namazımızmış gibi kılmaya gayret göstermemiz gerekiyor. Tabii bu huşu mes'elesini tetikleyen en büyük etkenin tefekkür ve zikir olduğu kanaatindeyim. Ne kadar inzivaya çekilir, tefekkür eder ve zikrullâhı ne denli ifa edersek o denli sağlam bir iman temeli atmış oluyoruz. Hâliyle ibadetleri de etkiliyor bu.

Kabir karanlıktır, nur ister, Kur'an okumalıyız. Her gün okumalıyız ki zihnimiz ve imanımız diri kalsın, gaflete düşmeyelim. 

Boş sözlerden, boş seslerden, boş görüntülerden, boş kimselerden uzak durmalıyız. Zira bunlar bizi saptıracak bazı şeylerdir. Şeytanın tuzağı çoktur. 

İlk toplanış ona güç değildi, ikincisi hiç güç değil. 

Şimdilik yazacaklarım ve naçizane tavsiyelerim bu kadardır. Yazı diliyle ancak bu kadar anlatabiliyorum, zira tasavvuf kâl değil hâl işidir. Bu öyle bir şey ki dile gelmeyen, izahâti olmayan bir şey. Ancak yaşayan bilir. 

Bir kalbe bile dokunabilmişsem ne mutlu bana, isteyen buyursun bana müraacat etsin, elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırım, pekâlâ Allah'ın taksimi kadar. Sevgilerimle.

Hû.

"Cânâ bizim esrârımız imlâlara sığmaz
Yazılsa da binde biri inşâlara sığmaz

Bu hikmeti bilmez misin ey sôfi-i sâlûs
Bir kalbe sığan vâr olan eşyâlara sığmaz"






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın Varlığı ve İslâm'ın Tutarlılığı Üzerine

Hû. Evvela Rahmân ve Rahîm olana, Habîbullâh'a, ihvânına, İbrahim Peygamber'e ve İbrahim Peygamber'den gelen bütün nesle selam v...